Kar Üstünde Kan Damlası
Oyhan Hasan Bıldırki

Kar Üstünde Kan Damlasý Kimlik E Posta Favori Siteler Resimler Dað Manzaralarý Konuk Defterim Radyo TV Kar Üstünde Kan Damlasi Rüyâlar Gerçek Olsa Yeni Bir Güne Doðru Hüseyin Suç Þeftali Çiçekleri Ümit Yorgunu Seni Bekleyecegim Kaderci Gövel Ördek Haziran Þarkýlarý Karanlýk Gecede Yürüyüþ Pusu Çatýþma Hikâyecinin Park Günlüðü Çakýr Keyif Beyaz Gül Martýlar



      Allah'ın günü uzun. Geceleri de öyle...

      GÖVEL ÖRDEK * Öykü * Oyhan Hasan BILDIRKİ

      GECE birdenbire çökmüştü. Kara Avni, henüz evine gelmemişti. Zeynep Gelin kibriti çaktı, gaz lâmbasına götürdü. Lâmba camı, "çat" diye çatladı.
      - Hay Allah, dedi Zeynep Gelin. Nedir bu başıma gelen?
      Hacer Ana, saçından çıkardığı tırkısını, lâmba camının başına iliştirdi. Sonra;
      - Ah, bu yeni yetmeler! diye söylendi.
      - Ana, dedi Zeynep Gelin.
      - Ne var gelinim?
      - İçimde bir sıkkınlık var. Avni'm bu kadar gecikmezdi.
      - Alışırsın, dedi Hacer Ana.
      Duvarda asılı koyun postundan pöstekiyi kıbleye doğru yazdı ve akşam namazına durdu.
      Zeynep Gelin dışarı çıktı. İki çocuğunun elini, ayağını iyice yıkadı. Ama, aklı hep Kara Avni'sindeydi. Yoksa bir şey mi geldi başına? Kaç kere söylemişti erkeğine: "N'olursun Avni'm, göl kıyısındaki Aynalı Tülü Kayalığı'na gitme. Cinler varmış orda, seni çarparlar." Avni'si her zaman: "Olur kadınım." derdi. "Gitmem..." Ya gittiyse? Ya cinler çarptıysa erkeğini? Bayırdamı'ndan Hacıların Ali'sini cinler çarpmıştı orada. Ya kendi köylerinden Hüseyin, aklını çıvdırmamış mıydı Aynalı Tülü'de? İçinden içinden ağlıyordu.
      İçerden, Hacer Ana'nın sesini duydu:
      - Gelin, dışarda durmayın öyle. Çocukları içeri al.
      Zeynep Gelin, çocuklarıyla birlikte içeri girdi. Hacer Ana, baş köşedeki mindere oturmuş, başını bir tülbentle sıkıca bağlamıştı. Ali, ninesine koştu. "Ninem benim!" diye boynuna sarıldı. Ayşe ağlamaya başladı. Ağabeyini kıskandığı besbelli. Hacer Ana, Ayşe'ye;
      - Gelsin benim kınalım, dedi. Kızların alâsı, mis kokulusu, tontonum...
      Ayşe, ninesine koştu. Bir dizine oturdu.
      Hacer Ana, Ali'yi ve Ayşe'yi birbirlerinden ayrı tutmazdı. Kim bilir hangi ziyaretinden kalan bir şeker çıkardı koynundan. Dişiyle ikiye böldü, bir parçasını Ali'ye, diğer parçasını da Ayşe'ye verdi. Öptü, kokladı yavrularını.
      - Ben acıktım nine, dedi Ali.
      Zeynep Gelin:
      - Baban gelmedi daha, dedi. Ayıp...
      Hacer Ana, gelinini şakacıktan payladı.
      - Sofrayı yaz, dedi. Çocuklarım acıkmıştır. Ali'm, akşama kadar sığır güttü dağda, bayırda. Fındık kadar çocuk. Acıkır elbet. Allah'ın günü uzun. Geceleri de öyle... Avni, varsın sonra yesin yemeğini.
      - Olur mu kız ana?
      - Hadi, dediğimi yap.
      - Peki anam...
      Zeynep Gelin, çabucak yer sofrasını kurdu. Somun ekmeğini dilim dilim doğradı, sofraya koydu. Yemeğe başladılar.
      Ali, ellerini çırparak;
      - Oh, be! dedi. Güzel anam, fasulye pişirmiş.
      Zeynep Gelin, nedense pek iştahlı değildi. Bu hâl, Hacer Ana'nın gözünden kaçmadı.
      - Imsık ımsık durma gelinim, çal kaşığı. Avni gelir biraz sonra...
      - Ben, onu beklesem, dedi Zeynep Gelin ve sofradan çekildi.
      Hacer Ana, aldırmadı. Bir bakıma iyi idi bu. Öyle ya, sofrada Avni'ye kim yoldaşlık edecekti? Hacer Ana, çocuklarını bir güzelce doyurdu.
      Vakit epey ilerlemiş, Kara Avni henüz dönmemişti. Zeynep Gelin çocuklarını yatırdı. Örgüsünü eline aldı. Gelen mevsim kıştı. Kara kış çok soğuk geçer buralarda. Bir geldi mi, gitmek bilmez. Anasıyla kendisine birer yün palto, çocuklarına da birer kazak örmüştü. Kocasına bir yelek örecekti. Onu örmeye başladı. Hacer Ana köşesinde kendi kendine düşünüyor, bir karardan diğerine rüzgâr gibi uçuyordu:
      - "Yeni yetmeler neden böyle sabırsızdı? Avni, nasıl olsa, biraz sonra dönerdi. Geceyi dışarıda geçirecek değildi ya?.. Hem ördek dediğin, öyle erken erken inmezdi göle."
      Dışarıda Akkuş'un havlaması duyuldu. Zeynep Gelin kapıya koşarken;
      - Başına üslük al, dedi Hacer Ana. Olur ya, gelen Avni değil, bir başkası olur. Kadın kısmı örtüsüz çıkmaz ele güne karşı.
      Zeynep Gelin duymadı bile. Biraz sonra da Kara Avni önde, kendisi arkada içeri girdiler. Kara Avni, anasına selâm verdi, çiftesini duvara astı, çocuklara baktı. Hacer Ana'nın yanı başına oturdu. Zeynep Gelin, elinde kanadı kırık bir gövel ördek yavrusu tutuyordu. Av torbasında da birkaç ördek vardı.
      - Biraz geciktim ana, dedi Kara Avni. Ördek, alay alay indi bu akşam. Bu yüzden geciktim.
      - Yok zarar oğul... Acıkmışsındır.
      - Öyle. Çocuklar ne zaman uyudu?
      - Biraz önce.
      Kara Avni, hiç olmazsa Ali'nin uyanık olmasını istemişti. Gövel ördeği onun için getirmişti. Yoksa avcılık töresine göre, yaralı av bırakılmaz, hemen boynu kesilirdi. Ama Kara Avni, Ali'ye adamıştı onu. Oğlu için, avcılık töresini tanımamıştı.
      Gövel ördek, yarım ağızla öttü.
      Zeynep Gelin:
      - Koyuverelim gitsin, Kara'm! dedi. Uğursuzluk getirir. Başımıza iş açar. Ali oynarken boğar onu.
      - Olmaz kadınım. Kanadını sarar anam, iyileşince Ali'me yoldaş olur. Kışta, kıyamette çocuk yalnız.
      - Mektebe vermeyecek misin onu?
      - Hele bir okullar açılsın...
      Zeynep Gelin gülümsedi. Ali de okula gidecekti. Boşnakların Hasan gibi, büyük şehirlerde okuyacaktı. Okuyup memur olacak, çobanlıktan kurtulacaktı. Zeynep Gelin, her şeye katlanırdı. Tek Ali'si de okusun, büyük adam olsun, çobanlıktan kurtulsun. Bu kurtuluş, onlara da yeni, hem de büyük büyük kapılar açtırsın... Boşnakların Hanife kadar da olamaz mıydı Zeynep Gelin? O da turp otu satar, Ali'sine para yollardı. Ah, Ali'si bir okula başlasa...
     
      BİRKAÇ GÜN SONRA gövel ördek iyileşti. Ali, onu yanından hiç ayırmaz olmuştu. Ekmekten, sudan kesilmişti. Kendi kendine gövel ördekle konuşur, sığırların peşine onunla giderdi. Zeynep Gelin, Ali'den yana endişelenmeye başladı. Gövel ördeğin gelişiyle, Ali yeni huylar edinmişti. Ayşe'yi kıskanır olmuştu. Ayşe, ördeğe yaklaşacak, okşayacak olsa, Ali hemen yetişip, kardeşini döverdi.
      Zeynep Gelin durumu Kara Avni'ye anlattı.
      - Bırakılım şu gövel ördeği, dedi. Gitsin...
      Kara Avni, Zeynep Gelin'in sözlerine kulak asmadı. İlk defa, farkında olmaksızın kadınını kırıyordu.
      - Ali çocuktur, oynasın, gönlünü eğlendirsin.
      -Y ani Ayşe'yi hep dövsün, ha?
      - Erkek değil mi? Dövsün, terbiye etmeye alışır.
      Zeynep Gelin'in yüreğine bir acı oturdu. Gözyaşlarını içine döktü. Yoksa Kara Avni, kızını sevmiyor muydu? Ayşe ondan bir parça değil miydi? Derdini Hacer Ana'ya dökmeye karar verdi. Tarlada çalışırlarken anasına durumu bir bir anlattı. Hacer Ana da, Ali'deki değişmeyi biliyordu. Artık ona da eskisi gibi "ninem" demez olmuştu. Hacer Ana da bu yüzden dertliydi. Çocuklarını birlikte okşayamamanın üzüntüsünü yaşıyordu. Çocuklar arasında huzur kalmamıştı. Ali, Ayşe'ye düşman gözüyle bakıyordu. Akşam eve döndüklerinde, Ayşe'yi avluda ağlar buldular. Ayşe için için ağlıyordu.
      - N'oldu yavrum? dedi Zeynep Gelin.
      Ayşe'yi bağrına bastı. Onunla ağladı.
      - Ağam dövdü beni gene. Hem de çok dövdü. Sopa ile vurdu.
      Hacer Ana, içeri seslendi:
      - Ali, gel bakayım buraya!
      Ali ok gibi fırladı içerden ve bitişikteki dağa doğru kaçtı, gitti.
      Hacer Ana arkasından, biraz da Ayşe'nin gönlünü almak, Ali'yi korkutmak çin;
      - Akşam baban gelince gösterir sana, dedi.
      
      KARA AVNİ, harım içindeki dikilitaşın yanında pusuya yatmış, koyunlarına dadanan sırtlanı bekliyordu. Yezit hayvan, bıldır bahardan beri, on koyun telef etmişti. Bu gidişle sürüyü tüketecekti besbelli. Kara Avni bu, sırtlana post bırakır mı? Dişlerini gıcırdatıyor, rüzgârın sesine kulak kabartıyor, içinden: "Hele bir elime geçsin namussuz... Alnı çatına basacağım kurşunu. Sonra çentik çentik edeceğim, kuşbaşı kuşbaşı doğrayacağım yezidi." diye geçiriyordu. Bu düşünceler içinde kendinden geçmiş, dalgınlaşmıştı. Havada sıkıcı bir ağırlık vardı.
      - Yarın Ali'yi okula vereceğim, dedi kendi kendine. Öğretmen gelmiş geçen gün... hem Ali de yaramazlaştı bu sıra. Onun yüzünden anam olsun, kadınım olsun gönül kor oldular bana. Gövel ördeği koyuvermeli bu akşam. Çeksin gitsin...
      Bir ses duydu. Sesin geldiği tarafta sırtlanın karaltısını görür gibi oldu. "Bismillah" dedi. Namlusunu doğrultu, tetiğe dokundu. Kurşun sesi, havanın sessizliğini bozdu. "Anam!" diye bir ses duydu Kara Avni. Kulaklarına inanamadı. Hedefe doğru koştu, koştu...
      Sabahın erken saatlerinde köye jandarmalar damladı. Köylüler: "Avni oğlunu vurmuş..." diye fısıldaşıyorlardı. Kara Avni' nin evinde bir büyük kalabalık vardı. Hacer Ana dövündükçe dövünüyor, Zeynep Gelin'in ağzını bıçak açmıyordu. Konu komşu hep karalar giymişler, Hacer Ana ile Zeynep Gelin'in yasına katılıyorlardı.
      Kara Avni erimiş, solmuş, sararmıştı. Küçüldükçe küçülmüş, tanınmaz hâle gelmişti. Üstelik bütün köylüye rezil olmuş, elin diline, evlât katili olarak düşmüştü. Ağlamak istiyor, ağlayamıyordu.
      - Asın beni, diyordu, asın beni! Bu leke ile yaşayamam. N'olur götürün, asın beni! Bir sırtlanla oğulu ayıramamak görülmüş şey mi?
      Kara Avni'nin kollarına kelepçe taktılar. Hacer Ana ve Zeynep Gelin ile helâlleşti. Oğlu Ali'nin suyu ısınırken, Kara Avni yolun sonunda kayboldu.

      ZEYNEP GELİN, oğluna mı yansın, erkeğine mi ağlasın, anlayamadı. Aynalı Tülü Kayalıkları'nda gövel ördeğin başını ezdi. Kâh: "Ali'm..." diye inledi, kâh: "Kara'm, erkeğim..." diye ağladı. Hiç kimse ile konuşmaz oldu. Ekmekten, sudan kesildi. Bir akşam eve dönmedi. Hacer Ana bağırdı, çağırdı. Muhtara haber iletti. Köylüler, gece Zeynep Gelin'i aramaya çıktılar. Aynalı Tülü'nün aranmadık hiçbir yerini bırakmadılar. Zeynep Gelin yok olmuştu. Yer yarılmış, yerin altına girmişti sanki. Hacer Ana, Ayşe ile yalnız kaldı evde, yapayalnız... Sonra bir haber çalkaladı köyü: Kara Avni, hapisten kaçarken vurulmuş... Hep köylüler üzüldüler. Ama Hacer Ana, artık üzülmüyordu. Bu, gün görmüş kadın, iyi biliyordu ki, gidenle gidilmez, ölenle ölünmez!
      Yavrularından arda kalan, tek yadigârları Ayşe için yaşayacaktı şimdi. Bir ayağının çukurda olduğu şu günlerde, Allah'ına durmadan yalvarıp yakarıyordu. Ama evin düzeni, dirliği dağılmıştı. Hayvanlarının kimisi açlıktan, kimisi hastalıktan kırıldılar. Hacer Ana, kadın başıyla, topraklarını da sürüp, işleyemez oldu. Günler geçti, yıllar geçti... Ayşe büyüyüp serpildi, oldukça güzelleşti.
      Hacer Ana, her gün kapılara baktı. Acaba Ayşe'yi isteyen olur mu, diye! Bir ayağının çukurda olduğu şu günlerde, bütün emeli Ayşe'sini baş göz edebilmek, baba ocağındaki dumanın tüttüğünü görerek, gönül rahatlığı ile ölebilmekti.
      Ayşe, köyün diğer kızları gibi sandıklar dolusu çeyiz işledi. Gönlü "bir yâr" hasretiyle yandı, durdu. Diğer köy kızları gibi hoppa değildi. Okuyamamış, cahil kalmıştı. Anası, babası, kardeşi için türküler yakmış, hep onları söylemişti çeşme başlarında, ta-rlada. Sevda türkülerine gönlü kapalıydı önceleri. Kezban'dan, Cemile'den bu türküleri, hatta en yeni çıkmış olanlarını bile dinlerdi ama, pek bir şey anlayamazdı.
      Onun dünyası, sade, basit ve ufacıktı.
      Bu dünyanın kahramanları, iki büklüm olan ak saçlı Hacer Nine'si, artık yüzlerini hatırlayamaz olduğu anası, babası ve kardeşi idi. O günlerde ne olmuş, hiç hatırlamıyordu. Beyninin içinde bir boşluk vardı. Boşnakların kızları Kezban ve Cemile, onu hiç boş bırakmıyorlardı. Ayşe'yi kendilerinden sayıyorlar, diğer köy kızları gibi ondan kaçmıyorlardı. Oysa Hacı Ali Ağa'nın Zeliha'sı, Gacarların Nejla'sı, Limoncuların Fadime'si ondan bucak bucak kaçarlar, geldiği yerde, uğursuzluk getirecek diye, bir saniye bile durmazlardı.
      Bu yüzden Ayşe, genç kızlığını da gönlünce yaşayamamıştı. Köy düğünlerine gidemiyordu. Ayşe'nin yüreği ezikti. Hacer Ana hep bunları biliyor, ama kaderine lânet etmiyordu.
      - Allah'tan ümit kesilmez kızım, diyordu. Yaradan Allah'a şükret... Bir gün kısmetin çıkar, iyi bir yerden. Daha henüz erken, yaşın ne, başın ne ki?
      - Ne zaman? diyordu Ayşe ve susuyordu.
      Hacer Ana da üzülmüyor değildi. Dostları, onu da terk etmişlerdi. Evine uğramaz olmuşlardı. Hacer Ana, alışmıştı bütün bunlara. Ayşe de öyle... Ama Ayşe, gençti. Önünde uzun yıllar vardı.
      Uzun yıllar, yıllar, tükenmeyen, bitmeyen yıllar!
     
      HACER ANA biraz keyifsizleşmişti. Bugün Ayşe, tarlaya yalnız gidecekti. Sabah erken kalktı. Yayık dövdü, yoğurttan tereyağını ayırdı. Bulaşıkları yıkadı. Evin içini sildi, süpürdü. Kuşluk vakti yola koyuldu. Ortalık günlük güneşlik. Her tarafta bahar çiçekleri açmış, kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyorlardı. Toprak tatlı tatlı kokuyor. Erikler, bademler, böğürtlenler de meyveye bürünmüşlerdi.
      Ayşe irimdeki izlere baktı. İzler, hep çift çiftti. Arabaların tekerlekleri bile hep çift izler bırakmış, kumsal toprağı yara yara ilerlemiş gitmişti önü sıra. Tarla komşuları Osman, çift sürüyordu. Kendi kendine bir türkü söylüyordu. "Kara bahtım, kem talihim." diyordu. "Taşa bassam iz olur."
      "Kara bahtım, kem talihim, taşa bassam iz olur!"
      Osman yakışıklıydı, civan gibi bir delikanlıydı. Ayşe, Kezban'ın; "Osman, sana gönül vermiş." dediğini hatırladı. Yanından sessizce geçip gitmek istedi. Olmadı.
      - Kolay gele Osman, dedi.
      Osman, türküyü birdenbire kesti. Sesin geldiği yana baktı, Ayşe'yi gördü. Yüreğinde bir ılıklık hissetti. Sıcak bir şey yürüyordu damarlarında. Ne diyeceğini de şaşırdı. Ayşe'yi seviyordu. Ama bunu, kendisine nasıl anlatmalı? Sonra köylü ne derdi bu işe?
      - Adam sen de... dedi kendi kendine. Köylü bana vız gelir. Ne derlerse desinler. Ayşe güzel kız, kınalı yapıncak gibi. Hacer Ana ne der acaba?
      Sabana koşulu öküzleri durdurdu.
      - Biraz konuşalım, dedi Ayşe'ye.
      Ayşe utandı, kaçmak istedi. Osman, önüne geçti. Gözlerinde,
"Anla beni Ayşe'm!" der gibi bir ifade vardı. Kuşlar ötüşüyor, karasabanın yardığı toprak üzerinde oynaşıyorlardı.
      - Biraz konuşalım, diye tekrarladı Osman.
      - Ne gibi?
      - Hiiç... Sana haber ilettim, almadın mı?
      - Kezban demişti.
      - Eee, ne diyorsun?
      - Bilmem ki.
      - Bana gönlün yok mu?
      - ?
      Ayşe karşılık vermedi. Osman boynunu eğdi. İçinden kendi kendine sövdü. Çıkmasaydım karşısına diye düşündü. Kanının kaynadığını hissetti. Öküzlerine doğru gitti. Üvendiresini eline aldı, toprağı yarmaya başladı.
      Ayşe uzun zaman baktı kaldı Osman'a. Osman, ondan yana bakmıyor, bir uçtan bir uca gidip geliyordu. "Demek beni seviyor." diye düşünüyordu Ayşe. Kendi tarlalarına geçti. Bir sürü işi vardı. Biber, patlıcan fidanlarını ot bürümüştü. Onları çapalayacak, sulayacaktı.
      Akşama kadar anca biterdi işi.
      Ah, Osman... Neden yoluna çıktı ki?
      İkide bir Osman'a bakmadan edemiyordu. Osman, öküzleri zorluyor, işini tez vakitte bitirip gitmek, Ayşe'den kaçmak istiyordu. Bir sigara yaktı. Dumanını derin derin çekti ciğerlerine. Öküzler terlemişti. Onları boyunduruktan serbest bıraktı. Öküzler "an"a doğru gittiler. Osman, sürülmüş toprağın üstünde oturup kaldı. Ayşe ile evlendiğini kurdu. Dedeköy'den Zurnacı Halil'in takımını da getirmişlerdi düğünlerine. Bu Zurnacı Halil, nam salmıştı bütün yörede. "Yörük Kızı" havasını çalarken, zurnası dillenirdi. "Köroğlu" oyunu, onun bulunduğu düğünlerde bir başka oynanırdı. Köy yiğitleri coştukça coşarlardı. Altıpatlarlar öter, binlerce mermi yakılırdı.
      Az sonra Ayşe'nin kendisine doğru geldiğini gördü. Yerinden kalkmayıp, öylece bekledi.
      - Karnın aç mı? dedi Ayşe. Çardakta katık var. Gel, hem karnımızı doyuralım, hem konuşalım.
      Osman, önce kayıtsız kaldı. Sonra, Ayşe'nin kendisine karşı ilgisiz olmadığını anlayınca sevindi. Ayşe'nin davetine, hemen gitmeli miydi? Ya ikisini birlikte bir gören olursa? Ayşe önden, Osman arkada çardağa doğru yürüdüler.
      Sevda üzerine konuşulurken vakit ne çabuk geçiyordu? Sanki daha hiçbir şey konuşmamışlar, birbirlerine doyamamışlardı. Osman, Ayşe'nin pembe yanaklarından defalarca öptü, öptü. Ayşe, yepyeni heyecanlar içindeydi. Damarlarına bir ateş bürümüş, başı dönüyor, gönlü bulanıyordu.
      - Beni gerçekten seviyorsun, değil mi? diyordu.
      - Sevmesem, yanında olur muyum?
      - Hemen düğün yapacak mıyız?
      - Hemen kınalım, Hacer Ana'ya gönderirim bizimkileri. Ne der, Hacer Ana'n?
      - Beni, sana verir.
      - Ya vermezse?
      - Alır götürürsün beni dağlara.
      - Olmaz kınalım, düğün dernek isterim ben. Zurnacı Halil, benim düğünümde de söylemeli "Yörük Kızı"nı.
      - Başka?
      - Sağdıçlarım "Köroğlu"nu oynamalı.
      - Daha başka?
      - Telinle, duvağınla gelmelisin bana.
      Sonra seviştiler, dudak dudağa verdiler. Etle kemik oldular. Artık kuşların sesini duymuyorlardı. Hani zaman sonra, kavuşan güneşin farkına vardılar. Tarla sürülmeden, biber, patlıcan fidanları çapalanmadan kaldılar.
      Akşam evde;
      - Geciktin ya kızım, kınalım! dedi Hacer Ana.
      Ayşe, "kızım" sözünün üzerinde durdu. Ona nasıl söyleyecekti; artık ben, kız değilim, kadınım diye?
      - İşi yarıladın mı, bari?
      - Eh, şöyle böyle!
      Ayşe, Osman'ı bir türlü aklından çıkaramıyordu. Osman civandı, candı, sıcaktı, yiğitti. Ateş gibiydi. Acaba şimdi ne yapıyordu? Neredeydi?
      - Geçmiş olsuna Satı'lar geldi bugün. Seni sordular. Tarlada dedim. Onların Osman da çiftteymiş. Gördün mü onu?
      - Gördüm. Niye sordular beni?
      - İkiniz için konuştuk... Büyüdün artık, salındın. Seni, Osman'la baş göz edelim, diye düşündük. Ne dersin?
      Ayşe, ninesinin boynuna sarılmak, iki yanağından öpmekle yetindi. Her ikisinin de gözlerinde yaşlar belirdi.
      Gözyaşları... saadet, sevinç yaşları!
      Ayşe, davulların dövüldüğünü, zurnaların da "Yörük Kızı"na başlar gibi olduklarını duydu. Hacer Ana'nın aklına gövel ördek düştü. Uğursuz ördek... Yuvasını yıkan, civan oğlunu, biricik gelinini, fidan gibi torununu alıp giden ördek. Zalım ördek...

      Oyhan Hasan BILDIRKİ