Kar Üstünde Kan Damlası
Oyhan Hasan Bıldırki

Kar Üstünde Kan Damlasý Kimlik E Posta Favori Siteler Resimler Dað Manzaralarý Konuk Defterim Radyo TV Kar Üstünde Kan Damlasi Rüyâlar Gerçek Olsa Yeni Bir Güne Doðru Hüseyin Suç Þeftali Çiçekleri Ümit Yorgunu Seni Bekleyecegim Kaderci Gövel Ördek Haziran Þarkýlarý Karanlýk Gecede Yürüyüþ Pusu Çatýþma Hikâyecinin Park Günlüðü Çakýr Keyif Beyaz Gül Martýlar



     ÇAKIR KEYİF * Öykü * Oyhan Hasan BILDIRKİ

     patika_soke10-gramofon

     Adam, yalnızlıktan bunalmıştı. Canı da bir şeye sıkılıyordu, besbelli. Radyoda, eskilerden kalma bir caz müziği çalıyordu. Adam elinde olmadan, içinden öyle geldiği için, tuttu, radyoyu kapattı. Duvarları süsleyen tozlanmış resimlere dalgın dalgın baktı. Daha sonra balkon penceresinden sahildeki balıkçı meyhanelerine daldı. Aşağıya inip, Yusuf’un Meyhanesi’nde iki tek atmayı düşündü. Biraz olsun, yakasını kaptırdığı duygu sellerinden kurtulmak, hafiflemek istiyordu. Hem orada kıyıdaki balıkçıları seyredecek, hem de sahil boyunca dolaşacaktı. Böylece yorgunluklarından da sıyrılacak, günlerdir aklını kurcalayan duygulardan kurtulacaktı.
     Hafif hafif esen meltem rüzgârları, adamın saçlarını dağıttı. Rüzgârdan mı ne, içine hoş bir rahatlık çöktü. Sahil boyundaki insanlar mutluydu. Hiç olmazsa onların pek fazla derdi de yoktu. Düşünceleri de, sadece akşamları, eve elleri dolu olarak dönmekti. Güya yaşayıp gidiyorlardı. Tabii, buna yaşamak denirse?..
     Denizde seyreden sandallar, motorlar var. Martılar zevkle uçuşuyorlar. Uzaklarda kayboluyor, fakat beklenmedik bir anda da aniden dönüyorlardı. Kuşlar, neş’eliydi. Fakat insanlar, böyle değildi. Onların çeşitli dertleri, türlü düşünceleri vardı. Herkesin bir kaygusu vardı: Yaşama kaygusu!
     Adam, pencereden aşağılara, tekrar tekrar baktı. Her şeyden kopmak, bütün düşüncelerden sıyrılmak, yalnız kalmak istiyordu. Yalnızdı ama, nedense, şehrin gürültüsünden bunalmıştı. Hayâlleri, eskisi gibi birer özlemden ibaret değildi. Şimdi hayâllerinde baştan uca, kara renkler çoğunluktalar. Bunlar, sonu acıyla biten hayâller. Kırık dökük hayâller…
     Daha önceleri, bu düşünen adam da, seviyordu. O da, bir ümidin ardına düşmüştü. Beklediği insanlar vardı. Sevdiği bir çevre, kendisini dört bir yanından sımsıkı kuşatmıştı. Ama şimdi, hani, nerde bunlar?..
     Sokakta yürürken hep bunları düşündü. Aklı fikri kaybettiklerindeydi. Artık vitrinleri eskisi gibi seyretmiyor. Yanından geçen, kendisine tebessüm eden kişilere aldırmıyor.
     Durgunlaşmıştı da. Geçen günlerine dair, henüz unutamadığı bütün hayâller, beyninde tekrar tekrar canlanıyor, adam, gözyaşlarını saklamasına rağmen, nedense, ağlıyor.
     Sahilde insanlar, kendi dalgasındaydılar. Bir yanda balık tutanlar, bir yanda sevişenler, öte yanda da piknik yapanlar var. Adam, hiçbirine de aldırmadı. Sahilin derinliğinde kayboldu, gitti. Yanlış anlaşılmanın, yanlış anlatmanın cezasını çekiyordu.
     Bu hâl, böyle günlerce devam etti. Adam, gün geçtikçe, sevdiklerinden soğudu. Fakat bir türlü, maziyi unutamadı. Yusuf’un Meyhanesi’nde, Yusuf’la baş başa vermişler, ağır ağır konuşuyorlar, içiyorlar. İçtikçe, adam biraz olsun yaşadıklarının tatsızlığından sıyrılıyordu ama, Yusuf’un; "Senin bir derdin var Balkar, fakat nedir? Her gün başını alıp, dalgın dalgın sahil boyunca yürüyormuşsun." demesiyle, maziye tekrar döndü. Bir derdi vardı… Büyük bir dert!..
     Balkar, diğer içenlere göz gezdirdi. Kimsenin kimseye aldırdığı yoktu. Herkes kendi dalgasındaydı.
 
     Hüseyin’in açtığı radyoda: "Hicranla biter ayrılığın sonu." adlı bir şarkı yükseliyordu.
     Yusuf:
     – Hüseyin, tazele şunları! dedi.
     Hüseyin, kadehlere tekrar rakı koydu. Radyodaki şarkı uzun zaman devam etti.
     – Söyler misin? dedi Yusuf. Seni üzen dert nedir? Eskiler; "Derdini söylemeyen, derman bulamaz." derler. Anlat, hafiflersin.
     Balkar, son söz üzerine, uzun zaman sahil boyundaki insanlara baktı. Öyle içten baktı ki… Sonra gözleri, kol kola meyhanenin önünden geçen bir çifte kaydı. Kız kumraldı, güzeldi. Ürkek de değildi. Başı dimdikti. Gel gelelim, oğlan biraz toydu. Başı önündeydi. Kulaklarına kadar da kızarmıştı üstelik.
     Yarı bezgin bir sesle konuşan Balkar;
     – Şunları görüyor musun? dedi.
     Yusuf, kaldırdığı kadehinin son yudumunu da bitirirken sordu:
     – Hangilerini?
     – Nah, şunları!
     – Gördüm.
     – Oğlana göre, kendisi kızı kafeslemiştir. Aslında kız, oğlanı kafeslemiş, yedeğinde götürüyor. "Canım, sevgilim!" işin şekeri.
     Meyhane kapısından birkaç kişi çıktı, gitti. Besbelli demin geçenlerin arkasına düşeceklerdi. Biri, kızın tanıdığı çıkacak, oğlan marizi yiyecekti. Bu, değişmez bir kuraldı.
     – Ama, dedi Yusuf, sen derdini anlatmıyorsun… Sana ne, be kardeşim? Kim, kimi kafeslerse kafeslesin. Uçkurunun kiri değiliz a?
     – Orası öyle… Yalnız, benim hikâyeye de buradan gidilir. Öyle, balıklama değil. Bu şehre geldiğim ilk günü hatırla. Nasıldım o gün?
     – Neş’eliydin…
     – Ya meyhaneye, küfelik olmak için geldiğim gün?
     – Kederliydin.
     – Niçin?
     – Bilmem!
     Meyhanenin önünden birkaç aşık daha geçti. Hemen hepsi de Çamlıca’ya gidiyorlardı. Oradan deniz, bir başka görünüyor, orada hayâller gerçekleşiyordu. Çamlıca’da saf aşıkların yanında, ipsizler de vardı. Bunlar, sevenler için birer diken, birer karaçalı idiler.
     Tazelenen kadehi bir dikişte içen Balkar:
     – Sen hiç sevdin mi, Yusuf? diye sordu.
     – ?
     Yusuf, duymazdan geldi. Uzun uzun elindeki boş kadehle oynadı. Sonra gözlerini, Balkar’ınkilere dikti. "Hayır!" der gibilerden baktı. Böyle bakmakla, belki de Balkar’ı şahdamarından yakalamak istiyordu.
     – Kaçamak yapıyorsun Balkar, dedi. Vallahi derdini söylememek için kaçamak yapıyorsun.
     – Derdim ha? Derdim nedir Yusuf, bilir misin? Yalnızlık…
     – Hoppala! Biz, elinin körü müyüz? Bu kadar insan yok mu yanında?
     – Öylesine yalnızlık değil Yusuf.
     – Ya nasıl?
     – İşte bunu anlatamadığımdan kahroluyor, üzülüyorum ya!
     Balkar, bu şehre geldiği ilk gün, neş’eliydi. Fikirleri hürdü. Ufak bir işi de vardı. İşportacılık yapıyor, kazandığı üç beş kuruşla geçimini temine çalışıyordu. Ne borcu, ne harcı vardı. Arada, günlük üzüntülerinden sıyrılmak için, Yusuf’un orada bir iki tek atar, hafiflerdi.
     Bir gün, şehrin dar sokaklarında "batan bir firma"nın kadın çoraplarını, ucuz pahalı satabilmek için dolaşıyordu. Geçim telâşındaydı. Üç beş kuruş artırması, bir köşeye koyması lâzım. Didinip durması da bundan zaten!
     Var kuvvetiyle;
     – Batan firmanın, batan gemisinin malları bunlar. Yetişen alıyor. Yok mu? Gidiyor… Alan yok mu? Ele geçmez bir daha bu mallar. Çoraba gel, çoraba! Öğretmen çorapları bunlar. Yok mu alan? Gidiyor a! diye bağırıyor.
     Onca gürültü, bağırma arasında, her pencereden birer kadın başı sarkmaya başlamıştı. En son, bir pencere daha şiddetli gürültülerle açıldı. Sebepsiz pencereye bakan Balkar, orada hırslı hırslı kendisine bir şeyler söyleyen, yaşı kırkının üstünde bir kadın gördü.
     – Aman, diyordu kadın. Aman! Yetişin a komşular! Körpecik kızımın öğle uykusunu bozacak bu herif. Yetişin…
     Balkar, gerçekten korkmuştu. Yalnız, korkusu bundan değil. Karşıdan iki zabıta görünmüştü. Tası tarağı toplamış, bir köşeyi dönerken, yandan bir kapı açılmış, kendisine Hasibe Abla gizlenmesini söylemişti. Balkar içeri girip kapıyı örterken, iki zabıtanın düdük çala çala diğer işportacıların peşine düştüklerini gördü.
     Hasibe Abla, Balkar’ın değişmez müşterisiydi. Yine böyle sıkıştığı anlarda, yolu düştükçe, Balkar’ı polisten, zabıtadan koruyordu. Onlar işin farkına varıp kapıya gelseler bile, Hasibe Abla’nın arzulu bir gülüşü, gelenleri, yapacakları işten alıkoyuyordu. Sonra da hemen kurnazca davranıp;
     – Akşama beklerim ha! diyordu.
     Hasibe Abla, elleriyle saçlarını düzelten Balkar’a;
     – Yetişin mi, dedi? Körpecik kızı mı varmış?.. Ayol, Perihan Abla o. Mahallenin gırgırı, dedikoducusu. Kızı Şirin, güzel ha. On sekizinde. Ay kadar güzel!
     Balkar, yaktığı sigaralardan birini, Hasibe Abla’ya verdi.
     – Sahiden güzel mi?
     – Güzel.
     – Senden güzel olamaz.
     – Yoo… Benden de güzel. Eğer görmek istersen…
     Hasibe Abla’nın kapısı çalındı. Kapıya giden Hasibe Abla, Şirin’le burun buruna geldi. Balkar, Hasibe Abla’nın aralık bıraktığı kapıdan, kızın kendisine dikkatle baktığını gördü.
     – Annem, dedi kız. Hasibe Abla’nın işi yoksa, Kezbangil’e gidelim diyor.
     Hasibe Abla, Perihan Abla’nın kızını, kendisine göndermesinin asıl sebebini bildiği hâlde;
     – Yarım saate kalmaz, gelirim! dedi.
     Balkar o günden sonra, defalarca o sokaktan geçti. Fakat Şirin’i öyle uzun boylu göremiyordu. Hafiften abayı yaktı. Kıza sırılsıklam aşık oldu. Ona derdini açmak için fırsat kollamaya başladı. Bu fırsatı da ele geçirmede gecikmedi. Şirin, yapayalnız olarak Çamlıca’ya doğru gidiyordu. Balkar fırsatı değerlendirdi. İki adım geriden, Şirin’e takıldı.
     – Güzelsiniz…
     – ?
     – İsminiz kadar şirinsiniz…
     Şirin, arkasına dönüp bakmadan cevapladı:
     – Rica ederim. Serbest bırakın beni. 
     – Demek sıkılıyorsunuz?
     – Yoo… hayır! Bir gören olur.
     – Gören olursa, söz mü olur? Siz de bu masala inanıyor musunuz? Gençlik önünüzdeyken yaşamaya bakın. Sizi seviyorum.
     Şirin’in yanakları pembeleşti.
     – Bunu bana mı söylüyorsun?
     – Evet.
     – Erken değil mi? Daha beni tanımadınız. Belki…
     – Ne çıkar bundan? Sizi seviyorum.
     – Durun! Cümlemi bitireyim.
     – Hayır, hayır! Beni sevdiğinizi söylemeniz kâfi.
     – Pekâlâ. Sizi seviyorum, oldu mu?
     – Evet.
     Böylece günler, günleri kovaladı. Balkar, işini unuttu. Artık onun için bir Çamlıca, bir de Şirin var. Şirin’i çok seviyor. Buraya kadar her şey iyiydi, güzeldi. Fakat bir gün hemen her şey değişti.
     Bir yaz günü, Şirin’le beraber, Çamlıca’da her zamanki yerlerinde buluşmuşlardı. Şirin’de tuhaf bir hâl vardı. Balkar, bunu sezmekte gecikmedi. Bir ara, dalgın dalgın denizi seyretti. Masmaviydi deniz… Uçuşan martılar, hep aynı martılardı. Gökyüzünde değişen hiçbir şey yoktu. Yalnız bu hâl, sıkıcıydı. Ümitleri saçak olmuş balıkçılar, balık avlamakla uğraşıyorlar. Deniz motorları, "Ak Fener"e birkaç turist götürüyordu. Çamlıca sakindi.
     – Neyin var, Şirin? Gözlerin hep ötelerde. Sanki denizin nihayetinden gelecek birini bekliyorsun… Benimle göz göze gelmekten korkar gibi bir hâlin var, niçin?
     – Bana bir şey sorma Balkar. Ne kaldı şurada? Bir zaman için bana, yalnızlığımı unutturdun. Sana teşekkür ederim.
     – Bana ha?
     – Evet Balkar. Seni sevmeye başlamıştım ama bu oyun, burada biter.
     – Oyun mu? Ne oyunu? Neler söylüyorsun?
     – Artık seni sevmiyorum…
     Her şey bitti. Balkar şaşkın, koşar adımlarla iskeleye inen Şirin’e baktı. Sonra enine boyuna düşündü. Sanki Çamlıca, kapkaranlık oldu. Balkar için yaşamanın hiçbir anlamı yok. Aşağılara, sahile inerken, bir aşığın yanık türküsünü işitti: "Güle darılmış bülbül, gelip hâlini sormaz."
 &bbsp;   Yusuf’un Meyhanesi’nde sızıncaya kadar içti. Her şeyi unutmak istiyor. Önce şehri terk etmeyi düşündü. Bunu yapamazdı. O, bu şehirde kök salmış, hayatı burada tanımıştı. Sonra boş verdi. "Ko gitsin!" dedi. "Elini sallasan ellisi. Kadın değil mi bunlar?"
     Bunları, bir bir Yusuf’a anlattı. İçini boşaltmış, hafiflemişti. İskelede demir almış, "Demirkıran" adlı gemiyi gördü. Onun yaşayışını, bu gemi değiştirmişti. Senelerce önce uğurlanmış olan bir yolcuyu, geri getirmişti.
     – Şu Demirkıran’ı görüyor musun?
     Yusuf, iskeleye uzun uzun baktı. Balıkçıları, kayıkları seyretti. Nice sonra konuştu.
     – Görüyorum. N’olmuş ona?
     Balkar, hırslı hırslı parmaklarıyla oynarken;
     – Ne mi olmuş?.. dedi sadece.
     Olan olmuştu… Meltemlerin fırıl fırıl estiği, bilmem hangi deniz ülkesinden, Murat isimli biri gelmişti. Murat, senelerce evvel Kanada’ya gitmiş. Gemilerde tayfalık ediyor. Perihan Abla’nın kız kardeşinin oğlu. Küçüklüğünde, annesi Melikanım ölmeden önce, Şirin ile Murat’ı nişanlamışlardı.
     Sonra Melikanım ölmüştü.
 
     Murat, annesini çok seviyordu. Onun ölümünü unutabilmek için, Demirkıran’la çekip gitti. Şirin de, onu unutabilmek amacıyla Balkar’a takıldı. Onunla hoşça vakit geçirdi. Fakat bir gün, Murat’ın geleceği haberini duyunca, Balkar’la arasındaki muhabbet dağları eridi, yok oldu. Çünkü Murat’ı çok seviyordu.
     – Demek öyle ha? dedi Yusuf.
     "Öyle ha?" derken, böyle olmasına üzüldüğünü gözleriyle de anlatmaya çalışıyordu.
     Sonra durmadı, duramadı, içindekini döktü.
     – Kadınlar bir rüzgâr gibidir, gelir geçer… Üzülme, yaşamana bak, sen.
     – Ama, dedi Balkar, o başka bir rüzgârdı. Deldi, geçti. O, benim ilk aşkımdı, biliyor musun Yusuf? Artık ben, ondan başkasını sevebilir miyim?
     – Tanrı bilir, dedi Yusuf. İşi Tanrı’ya bırak. Alışır gidersin.
     Balkar, çakır keyifti. Hemen hemen akşam da olmak üzereydi. Meyhaneden çıkıp, iskeleye doğru yürüdü. Önce öfkeyle, sonra hayranlıkla seyretti Demirkıran’ı. Ne büyük gemiydi o?..
     Balıkçılar ağlarını topluyor, yarım yamalak bezgin sesleriyle, unutulmuş birkaç türkü söylüyorlardı. Kimisi de şehrin sokaklarında, son parti yakaladıkları kefalleri satıyorlardı.
     Sahildeki insanlar bir bir çekildiler.
     Adam yapayalnız kalmış, elektrik ışıklarının kör kör aydınlattığı Şirin’lerin dar sokağından son defa geçmeyi tasarladı. Daha sonra, bu şehirden gidecekti. Sonra da, bir rüzgâr gibi gelip geçen, ama tatlı, ama acı hatıralarını unutacaktı.
     Unutmak, "sığınılacak ilk veya son liman" değil mi?
     11 Şubat 1965

     Oyhan Hasan Bıldırki