Kar Üstünde Kan Damlası
Oyhan Hasan Bıldırki

Kar Üstünde Kan Damlasý Kimlik E Posta Favori Siteler Resimler Dað Manzaralarý Konuk Defterim Radyo TV Kar Üstünde Kan Damlasi Rüyâlar Gerçek Olsa Yeni Bir Güne Doðru Hüseyin Suç Þeftali Çiçekleri Ümit Yorgunu Seni Bekleyecegim Kaderci Gövel Ördek Haziran Þarkýlarý Karanlýk Gecede Yürüyüþ Pusu Çatýþma Hikâyecinin Park Günlüðü Çakýr Keyif Beyaz Gül Martýlar



     Dünya bu! İki kelimelik bir cümle.

      ÜMİT YORGUNU * Öykü * Oyhan Hasan BILDIRKİ

     - "BEŞ PARASIZ KALINCA, tut kendini, at denize." derler. Derler ama... yaşamak o kadar güzel ve denizler öylesine mavi ki. Martılar ötüşürler, dalgalar yaşamak üstüne türküler söyler. İri iri, kocaman kocaman vapurlar, bir gelir, bir giderler. Ölmek, kolay değildir. En güzeli, yaşamak. Hiçbir şeye aldırmadan, kendi hâlinde. Beş parasız kalmışsın, olsun varsın. Ne çıkar bundan? Dert değil a!..
      Recep, ilkin böyle düşünüyordu.
      - "Adam sen de mi, diyorsun? Geç kardeşim, geç. Eski çamlar bardak oldu. Düşme gör."
      - "Yok canım..." diyordu Ömer. "Geçinip gidiyoruz işte. Ne kaldı şunun şurasında? Altı yüz lira maaş için, değmez bu kadar çalışmaya. Madem çok çalışacaktın, ne işin vardı bu okulda?"
      - "Anlamıyorum azizim. Anlasam, çalışır mıyım?"
      - "Boş ver, aldırma. Dünya bu."
      Dünya bu! İki kelimelik bir cümle. "Dünya bu." Feleğin, adama ne edeceği bilinmezmiş. Varsın bilinmesin. Ne haltı varsa, yesin. Biz, feleğe pabuç bırakacak adam değiliz. Kambur üstüne kambur kondursun o. İşi gücü ne başka? Kondursun kondurmasına da ama bizim kalenderliğimize dokunmasın. Külâhlarımızı değişmeyelim. Varsın gitsin, kendi yoluna. Döndürsün değirmenlerinin çarkını. Dilediğince döndürsün. Buğdayımız yok öğütmek için. Yolumuz düşmez o değirmene. Felek bize dokunmasın, varsın gitsin işine.
      Gider mi, dersiniz? Hiç belli olmaz. Bir kere, ümitler suya düşünce, yakalamasın adamı. Yakayı ele verdiniz mi, yandığınızın resmidir. Adamı, kukumav kuşuna döndürür. Bırakmaz, dut yemiş bülbüle çevirir. Düşün ha, düşün... Kurtuluşun mümkünü yok. Bir gelir vurur, iki gelir vurur, döner bir daha vurur. "Felek çarpması" derler buna. Güneş çarpmasına filân benzemez. İçin için işler, adamın yüreğine. Benizde kan, yürekte yağ bırakmaz. Adı "kör talih" olur, "kara baht" olur, üstüne türküler yakılır:
      - "Kara bahtım, kem talihim, taşa bassam iz olur."

      RECEP'LE ÖMER, yürüyorlar ve düşünüyorlardı. Kestaneliklerin oraya giden yolu, koyu gölgeler kaplamıştı. Ama yine de sıcaktı hava. Mayıs güneşi böyle olurdu hep. Mayıs güneşi kalleş olurdu. Zaman gelir, bulutların arkasına gizlenir, oradan dünyaya bol bol nanikler gönderirdi. Zaman gelir, bulutlara aldırmazdı. İzinin bastığı yerlerde bulutların bulunmasına razı olmazdı. Gökyüzü o zaman, alabildiğine mavileşir, güzelleşirdi.
      - "Oturalım." dedi Recep.      -  
      Ömer cevap vermedi. Omzunu bir kestane ağacının iri, kalın gövdesine dayadı, yere uzandı. Kuşlar ötüyor, kelebekler uçuşuyor. Sıcak umurlarında bile yok. Oysa bu iki arkadaş, terden bunalmışlardı. Ya kuşlar, kelebekler, böcekler? Onlar, terler miydi?
      - "Yok canım sen de..." diye düşündü Ömer. "Eti ne, budu ne sanki?"
      Ötede bir adam toprağı kazıyor, bir genç kız şarkı söylüyordu. Başında yeldirmesi vardı. Güzel, tatlı bir kız. Birdenbire sustu. Gelenlerin farkına varmıştı, besbelli. Oysa ne güzel söylüyordu: "Kara bahtım, kem..."
      - "Besbelli bir sevgilisi yahut yavuklusu vardır." dedi Ömer. Ve kızın yavuklusunun yerine kendini koydu, düşündü. Bir seveni, bir bekleyeni olmak... ne güzel şey! Recep, hiç konuşmuyor... Bir papatyanın yapraklarını yoluyordu. Sonra pabuçlarını çıkardı, bir köşeye attı. Tekrar bir çiçek daha kopardı. Sessizce yapraklarını yoldu tek tek. Bu işi, birkaç kere tekrarladı da. Bazen gözle-rinde ebemkuşağı renkleri canlandı, bazen şimşekler çaktı.
      Ömer'in aklı, kızda kalmıştı. Kızın yavuklusunu hayâlledi, beğenmedi. Nasıl kasılıyordu kim bilir, it dölü? Yârenlerine burun kıvırıyor, böbürleniyor muydu acaba?
      - "Kesinlikle öyledir." dedi Ömer. "Kesinlikle. Gök görmediğin biridir serseri. Böyleleri böbürlenir, kasılır, caka satar ya?.. Sonunda da ellerindeki kuşu kaçırırlar. Çok gördüm böylelerini."
      - "Lan avradını..." dedi Recep.
      - "Ne var?"
      - "Elinin körü... Daha ne var olsun? Su sesi, kadın sesi."
      Ömer, sözün gerisini tamamladı:
      - "Para sesi! Hey anam, hey! Bırakalım bunları. Kız güzel mi, ha?"
      Adamla kız, bir ağacın altına oturmuşlardı. Kız, sağ yanındaki testiyi adama uzattı. Adam, testiyi başına dikti, içti, içti... Suya kandı. Elinin tersiyle de bıyıklarının yaşını sildi. Bir cigara yaktı. Dumanını göğe savurdu. Kadınıyla çalışmak, bir başka güzeldi. Fakat bu iki zıpır, bu iki meydan kaçkını nereden çıkmıştı? Öğle vakti işleri neydi burada? Şu, biraz irice olanı, geçen gün ekinlerin içinde bir yosma ile yakaladığı kopuk olmasın?
      - "Gidelim." dedi kadınına.
      Genç kızla adam, başlarını alıp gittiler.
      Ömer uzunca bir zaman arkalarından bakakaldı. Elinden oyuncağı alınmış çocuklara döndü. Genç kızın yavuklusuna sövdü. Sonra;
      - "Seninki ne oldu?" dedi Recep'e. "Hiç söz etmez oldun bu günlerde. Aranıza kara kedi mi girdi?"
      Recep, Zeliha'yı düşündü. Ne çok korkmuştu o gün. Ağlıyor, bir daha gelmem amca diye yemin ediyordu. Adam, ikisinin de yüzüne tükürmüştü.
      - "Görüşmüyoruz." dedi Recep.
      - "Niye?"
      - "Ayrıldık."
      - "Niçin?"
      - "Artık ondan hoşlanmıyorum."
      - "Hiç sanmam. İki dirhem, bir çekirdektiniz..."
      Recep, ne kadar hoşlanmıyorum dese de, inanmayın. Hoşlanıyordu, ama utanıyordu. Zeliha'nın yüzüne de bakamaz olmuştu. Kız da eskisi gibi yanaşmıyordu. Recep bu yüzden olmalı, kendisini içkiye verdi. Sonra beş parasız kaldı, intiharı düşündü.
      Recep doğruldu, kalktı, gitti.
      Ömer, tınmadı. Uzun uzun arkasından baktı. Bir sigara yaktı, dumanını derin derin içine çekti.
      Recep, Zeliha'nın ağlamasını, "Bir daha gelmem amca!" deyişini, bir türlü unutamıyordu. İskelede insanlar vardı, kadınlı erkekli... Biraz ilerde, ihtiyar balıkçı, oltalarının yemini değiştiriyordu. Sepetinde iki çipura vardı. Martılar uçuşuyor, Recep de, ağır ağır iskeleden ve ihtiyar balıkçıdan uzaklaşıyordu. Zeliha neden ağlamıştı? Niçin kendisine yanaşmaz olmuştu? Besbelli sevmiyordu kahpe. Recep'ten hoşlanmıyordu. Onunla gönül eğlemiş, sonra terk etmişti.

      YAŞAMAK... Ne biçim ve nasıl?
      Ömer bilirdi yaşamasını. Ona buna aldırmazdı. Gün kararmış, ışıklar yanmıştı. "Bol Kepçe"de karnını doyurdu. "Buraya ilân asmak yasaktır." diye yazılı olan bir duvardaki pavyon artistlerinin resimlerine baktı. "Dansöz Muallâ Yakar" yazısını okudu. Uzun saçlı kadınlara bayılırdı. Kadın dediğin siyah, uzun saçlı olmalıydı. Kalem kaşlı, ince belli. "Dansöz Muallâ Yakar", "Dan-söz Muallâ Yakar". Her yerde ismi yazılı olan bu kadın, ne kadar güzeldi böyle? Ağız dolusu küfretti Recep'e.
      - "Boynuzu kırık it..." dedi. "Ayrılmanın, bırakıp gitmenin sırası mıydı? Sorduksa, fena mı ettik? Ne dedik sanki beyzadenin gönlünü kıracak? Ulan Recep, ulan zibidi... Kadın dediğin Muallâ gibi olmalı. Adam sarınca sardığını, sevince de sevdiğini anlamalı."
      Gecenin dokuzuna kadar dolandı, durdu. Lüks pavyonun önünden geçti. Film afişlerine baktı. Biri, diğerinin aynı olan yerli filmlere kızdı. Pınarbaşı'ndaki çadır tiyatrosuna gitti. Bet sesli bir kadın yine o türküyü söylüyordu: "Kara bahtım, kem talihim..." Gerisini dinlemedi. Cebindeki parasını saydı.
      - "Bir yirmi lira harcasam, ay sonuna ne kalır?" diye düşündü. Yirmi liradan gerideki parasını günlere böldü. On altı paket "Bafra"lık parasının olduğunu gördü. Yiğidi öldüren sigarasızlıktır. Adamı maskaraya çevirir, ele güne muhtaç eder, bel büktürür, boyun kırdırır. Parasını tekrar saydı, günlere böldü: Tastamam on altı "Bafra" alabilirdi. Yani ay sonuna kadar kendi parasıyla, ele güne avuç açmadan sigarasını tüttürebilecek, dumanını içine çekebilecekti.
      Kulak kabarttı, dinledi. Bet sesli kadın, hep aynı türküyü söylüyordu. Türkünün sonunda, bir alkıştır koptu. Ömer, bu alkış seslerine kızdı. Sonra, insanların hep böyle olduğunu düşündü. Çirkini, güzelden ayıramazlar... iyi kötü düşünmezler, boyna kös dinlerler. Hoparlörden, takdimcinin sesi duyuldu:
      - "Muhterem misafirler, sevgili seyircilerimiz!.. Bize karşı gösterdiğiniz ilgiye, beslediğiniz sevgiye teşekkür ederiz. Evet, şimdi huzurlarınızda, Hint yıldızı rakkase Cemile..."
      Çadır tiyatrosu alkıştan inledi. Islık sesleri göğü kapladı. Ömer, resmini bile görmediği rakkase Cemile'yi düşündü. Acaba hangisi daha güzeldi? Dansöz Muallâ Yakar mı, rakkase Cemile mi? Elbette dansöz Muallâ güzeldir. Ya rakkase Cemile? Ömer, ilk defa karar veremedi. İçinde, rakkase Cemile'ye karşı bir merak uyandı. Girişteki "son gece" yazısını okudu. Demek son geceydi. Yani çok istese bile rakkase Cemile'yi bir daha göremeyecekti. Bilet aldı, içeriye damladı.
      Sulukule'den toplama sazcılar çalıyor, rakkase Cemile döktürüyordu. Ömer, ilkin bu kadının sarışın olduğunu fark etti. Buna rağmen, güzelliğine, bel kırıp kalça çevirmesine bayıldı. Rakkase Cemile titredikçe titredi. Gerdan kırdı, bel büktü. Çadır tiyatrosu alkıştan inledi, ıslık sesinden çın çın öttü.
      Ömer'in aklına yine Muallâ düştü. O kahpe kim bilir nasıl bel büker, gerdan kırardı?
      Vakit ilerlemiş, Ömer sıkılmıştı. Rakkase Cemile bir gidip, bir gelmiş, oynamaya doymamıştı. Sonra cömertti de. Soyunmaktan çekinmiyor, açıldıkça açılıyordu.
      Fazla arsız olan seyirciler, hep bir ağızdan tempo tutuyordu:
      - "Soyun! Soyun!"
      Ömer çığlıkları ve alkışları geride bırakarak, çıktı gitti. Cumhuriyet Caddesi'nde bir aşağı, bir yukarı dolandı durdu. Oldukça Lüks olan pavyonun önünden tekrar tekrar geçti. İt gibi, boşu boşuna dolaştığını anladı. Biraz da yorulmuştu. Recep yine uyumuştur. Köpek oğlu erken yatmaktan ne anlar acaba? Nasıl uyuyabiliyor bütün gece? Oysa Ömer, yatağa girince, bir sağa, bir sola döner durur, bir türlü uyuyamazdı. Bunca senedir bir baltaya sap olamamanın acısını duyardı. Yüksek öğrenim görüyordu. Personel Kanunu ha çıktı, ha çıkacak. Çıksa, ne olur sanki? Hiiç! Okul bitince Anadolu'ya gidecekti. Dairede evraklarla uğraşacak, başını kaldırmaya zaman bulamayacaktı. Varsın başını kaldıracak zaman bulamasın... Felekten çalacak bir gün de mi bulamazdı? Peki, ya kadını ne olacaktı?
      - "Kadınım mı?" dedi Ömer. "Kadınım yok ki..."
    
      BİRDENBİRE "Melek"ini hatırladı. Çoktandır boşlamıştı kadınını. "Vaktim yok!" diye savıyordu başından. "İşim başımdan aşkın." diyordu. Kızcağızı, kadınım da dediği, meleğim diye seslendiği sevdiğini, yarınki can yoldaşını üzüyordu.
      Telefonun öbür ucundaki ses:
      - "Hiç konuşmuyorsun." demişti.
      Ömer, konuşmadığının farkında idi. O gün, gönlü öyle istemişti. Konuşmaktan çok, kadınını dinlemek, endişelerini öğrenmek istiyordu.
      Ya şimdi?..
      Ya şimdi?
      Şimdi Ömer, konuşmak istiyordu. Kadınıyla baş başa olmak, ona dertlerini, ümitlerini anlatmak istiyordu.
      Gece epey ilerlemişti. Caddeleri dolduran sesler kesilmiş, ışıklar sönmüştü. Ömer, Setbaşı Köprüsü'ne doğru yürüdü, oradan Yeşil Cadesi'ne çıktı. Yeşil Camii'nin önünde durdu bir zaman. Tanrı'yı içinde duydu, yakınında hissetti. Rüzgâr, hafiften hafiften asırlık çınarların yapraklarını okşuyordu.
      Çınardan bir yaprak düştü...
      Ömer, uzun uzun, başıboş uçuşan yaprağa baktı. Yaprakla arasında bir bağ kurdu. Yalnızdı... yaprak gibi, yapayalnızdı.
      Yaprak gibi, yapayalnız!
      Eve döndü, bütün gün uyudu. Akşam, Recep'i bekledi. Recep yoktu. Recep, o gece de gelmedi.
      Devrisi gün, mahallî gazetelerden birinde, bir gencin, bilinmeyen bir sebepten ötürü, intihar ettiğini okudu.
      Her şeyi anlamıştı:
      - "Yazık oldu, deli oğlana." dedi. "Ümit yorgunu, serserinin teki, it..."
      Mayıs 1970, Bursa.
    
      Oyhan Hasan BILDIRKİ