Kar Üstünde Kan Damlası
Oyhan Hasan Bıldırki

Kar Üstünde Kan Damlasý Kimlik E Posta Favori Siteler Resimler Dað Manzaralarý Konuk Defterim Radyo TV Kar Üstünde Kan Damlasi Rüyâlar Gerçek Olsa Yeni Bir Güne Doðru Hüseyin Suç Þeftali Çiçekleri Ümit Yorgunu Seni Bekleyecegim Kaderci Gövel Ördek Haziran Þarkýlarý Karanlýk Gecede Yürüyüþ Pusu Çatýþma Hikâyecinin Park Günlüðü Çakýr Keyif Beyaz Gül Martýlar



      Ülkü'nün gözleri yaşarmış, ağlıyordu.

      KARANLIK GECEDE YÜRÜYÜŞ * Öykü * Oyhan Hasan BILDIRKİ

      Birilerini, daha doğrusu arkadaşlarımı bekliyordum. Onlarla birlikte yabancı bir ülkenin topraklarına girecektik. Orada bizi bekleyen, ümit ışığını henüz söndürmemiş, vatan hasretiyle tutuşan bir anneyi, yurda getirecektik.
      Geldiler.
      Üç kişiydiler. Ali, Emine ve Ülkü. Ülkü, oldukça heyecanlıydı. Çünkü annesine kavuşacak, yılların hasretini böylece dindirecekti. Ali kuvvetli ve mert bir gençti. Emine, aksak ama sevimli bir kızdı. İşte biz dört kişi, oraya gidecek, anneyi kurtaracaktık. Emelimiz birdi. Düşüncelerimiz aynı noktada birleşiyordu. Her şey hazırdı. Yol, karşıdan karşıya denizden geçit veriyordu.
      Ülkü, bu etine dolgun, kısa, kıvrık saçlı güzel kız, bana:
      - Balkar, dedi. Başarır mıyız?
      Sesi, sıkıntıdan perdelenmişti. Üstelik, heyecanını da bir türlü yenememişti. Tek kelime ile karşılık verdim.
       - Evet!
      Gözlerinde ümidin altın ışıkları parladı.
       - Sahi mi?
       - Yeter!.. dedi Ali. Hazır mısınız?
      Hazırlanmak. Öyle ya! Her şeyi bir yana bırakıp, hazırlandık. Biraz sonra da, bindiğimiz bir arabayla şehri geride bıraktık. Yaşadığımız şehir, sınıra yakındı. Hemen hepimiz, belki de dönemeyiz endişesiyle, son kere baktık memleket topraklarına. Ağaçlar ne güzeldi! Sanki binlerce güzellik olmuşlar, kâh sıra sıra dizilmişler, kâh bir oraya, bir buraya gelip konuvermişler. Hele çiçekler?.. Yol boyunca, peşimizden sanki koşar adımla geldiler. Renk renktiler. Kuşlar cıvıldaşıyor, birilerine, içinde yaşadıkları mutluluğun erişilmez kertesinde olduklarını anlatıyorlardı.
      Sonunda şoförün işi bitti. Bizi yolun sonunda bıraktı. Hiç şüphelenmemişti. Daha doğrusu, yanımızdakilerle birlikte bizim, denize ineceğimizi sanmıştı.
      Ben, denize inen patikaya doğru yürüdüm. Henüz tehlike de yoktu. Deniz, pırıl pırıldı. Öylesine maviydi ki, bizi kendine çekiyor, dalgalar sahile vurdukça, sözleşmişler gibi, "kalın" diyordu. Her şey yolundaydı. Ortalık sakindi. Balıkçılar, vurgundan dönüyordular. Onların sesleri sahili sarıyor, bizi de etkiliyordu. Çünkü dinlediğimiz, anlayabildiğimiz, daha doğrusu anlayabileceğimiz son sözlerdi bunlar.
      Sahile indik. Balıkçılardan bazıları yanımıza geldi. Sevimliydiler. Bizi kaçak sanıyorlardı. Biri, genç olanı;
      - Kaçtınız mı? Korkmayın, sizi misafir ederiz, dedi.
      Yanlış anlamıştı. Bizi, karı koca sanıyordu. Bundan faydalanmayı düşündüm. Onun düşündüğü gibi olanı biteni anlattım. Arkadaşlarım hayret etti.
      - Çekinmeyin, dedi genç. Bizden zarar gelmez.
      - Yoo! dedim. Size güvenimiz var.
      Daha sonra arkadaşlarıma döndüm.
      - Kaybedecek zamanımız yok, dedim. Genci izleyin.
      Ülkü, gözlerime baktı.
      - Yürü, dedim, gidelim!
      Genç balıkçının barınağı, sahile yakındı. Bize odasını gösterdi. Sazdan yapılmıştı. Yer yer ağlarla sarılı oluşuyla da, ilk bakışta göze hoş geliyordu.
      Her şey güzeldi. Nefisti.
      Balıkçı giderken;
      - Delikanlı, dedim. Bakar mısın?
      Durdu. Dikkatle baktı.
      - Gel, dedim. Seninle az konuşalım.
      Korktu. Bu, her hâlinden belliydi. Telâşlı adımlarla yaklaştı, yanımıza geldi.
      - Denizi bilir misin?
      Sevindi. Arıya bal sorulur muydu?
      - Denizde büyüdük. Hem anamız, hem babamız o.
      - Bak dinle, dedim. Biz dört arkadaşız. Sen de denizi oldukça iyi biliyorsun. Bize kılavuzluk eder misin?
      Şüpheli bakışlarını gözlerimde topladı.
      - Neden? dedi.
      Ülkü korkmuştu.
      Ya plânımız suya düşerse? Ya annesini göremezse? Buna, annesini görebilme duygusuna, bir yumağın çözülebilecek ucu gibi bağlanmıştı. Onu yatıştırmak amacıyla balıkçıya;
      - Şu kızı görüyor musun? dedim. Onun annesini almaya gidiyoruz. Orada, bitişik ülkede yaşıyor. Bizi, "L..." şehrinin açıklarına kadar götür.
      Balıkçı:
      - Kızın annesi mi? dedi. Peki.
      Anlaştık.
      Kazasız, belâsız "L..." şehri açıklarına geldik. Kılavuzumuzun görevi burada bitiyordu. O, geri döndü. Artık yapayalnızdık. Önümüzde, altımızda aşılan sular, sakin dalgalar vardı. Tehlike başlamıştı. "Davran!" dedim kendi kendime. "Aklını kullan. Sonra güme gideriz." Motorun sesini kestim. Ali dümene, Emine de dürbüne geçti. Düşünüyor, engin sulara bakıyordum. Motor hafifçe yol alıyordu. Dört kişinin hayatı ortadaydı. Bundan da ben sorumluydum. Şehre yaklaşırken, güneş kavuşmak üzereydi. Sular rengarenk oluvermiş, balıkçılar ve deniz gezintisi yapanlar, geriye dönmeye başlamışlardı. Kıyafet değiştirdik. Hiç konuşmadık. Heyecanla ilerledik.
      Arkada, memleketimizin dağları birer tunç yığınağını andırıyor, parıltıları denize vuruyordu. Bol kızıllıklar içinde, güneşin batışı ne harikalar yaratıyordu. Belki de bize öyle geliyordu.
      Motoru iskelede bıraktık. Onunla şimdilik işimiz kalmamıştı. Sessizce şehrin sokaklarına daldık. Artık her attığımız adım temkinliydi. Atılacak yanlış adım, bize, binlerce tehlike, belâ getirecekti. Yanımızdan, yakınımızdan geçenler, bize selâm veriyorlar.
      Yavaşça;
      - Ülkü, dedim. İkişer ikişer ayrılsak fena olmaz. Ne dersin?
      - Sen bilirsin, dedi.
      Yaptığı açıklamadan sonra biz ikimiz ve diğerleri, iki gruba ayrıldık. Yağmur başladı. Durmaksızın yağan yağmur, hiçbirimize göz açtırmadı. Yağmurluğumu Ülkü'ye verdim.
      Yanımızda bir araba durdu. Vakit, geçti. Gidecek belli bir yerimiz de yoktu. Şoföre;
      - Çek "K..." ye, dedim.
      Anne, oradaydı. Günler, aylar, yıllardır bizi bekleyen, duâ eden anne.
      Hızla gidiyorduk. Üç saatlik bir zamana ihtiyacımız vardı. Gideceğimiz yol, aşağı yukarı o kadar çekerdi. Bu garip ülkenin bize yabancı yerlerinden geçtik. Yollar... bittiği yerde tekrar başlayan yollar, çamurluydu. Böyle zamanda da hız, felâketti. Yolu yarılayınca, az buçuk konuşabildiğim dille;
      - Şoför, dedim. Nerelisin?
      Adam, dikiz aynasından yan gözle baktı.
      - Galiba yabancısınız, dedi. "K..."liyim.
      Bundan faydalanmayı düşündüm.
      - Oradaki herkesi tanır mısın?
      - Elbette! Topu topu yüz kişilik köy.
      - Bu iyi.
      Yağmur, biraz olsun diner gibi oldu. Yol, ince uzundu. Bulutlar dağılmış, ay çıkmıştı. Manzara müthişti. Yalçın dağlar üzerinden ine çıka gidiyorduk. Tepeler çıplaktı. Dağın zirvesinde soluk ışıklar belirdi. Ülkü heyecanlanıyor, ben sakin görünmeye çalışıyordum.
      Sonunda yol bitti... Akşam geç vakit, köye indik. Şoför bize evi tarif ederken;
      - Sabah, dedi, bir ölü çıkardılar oradan!
      Donup kaldım. Ülkü hıçkırdı. Tarifi imkânsız bir hâl sardı beni. Ölen oysa?.. Anneyse?.. Bunu zaman gösterecekti. Ülkü sarsıldı, kötüleşti. Belki hayatı bile sevmiyordu şimdi. Kim bilir, belki de yaşamaktan nefret ediyordu?
      Yürüdük. Köy sessizdi. Köpekler havlamaya başladı. Sanki herkes bize bakıyor. Ya da bize öyle geliyordu. Ülkü'nün gözleri yaşarmış, ağlıyordu. Kader ona, son oyununu da oynamıştı.
      Kapı, yüzümüze kapandı. Nicedir bizi bekleyen zavallı anne, yoktu. Onun yeri boşalmış, kapı bir daha açılmamacasına yüzümüze kapanmıştı. Ülkü'yü teselli ettim.
      - Kader bu, işte! dedim. Kime ne hazırladığı belli olmaz. Başın sağ olsun, bacım.
      - ?
      Sadece hıçkırmakla yetindi ve az sonra boynuma sarıldı. Aylardır o da, bugün için yaşamış, bu günün hayâllerini kurmuş, onlarla avunmuştu.
      Bize doğru gelen bir ihtiyar, bizim dilden konuştu. İçindeki duygular, belki öyle ayaklanmıştı.
      - Türk müsünüz?
      - Öyle, dedim.
      - Benimle gelin.
      Korktum, fakat açık etmedim. Haklıydım. Yediğimiz son darbenin üzerine, bir de yakalanırsak, hâlimiz duman olur.
      Geldiğimiz ev, bir Türk eviydi. Bize, memleketi hatırlattı. Ülkü sakinledi. Yer gösterdiler, oturduk.
      Adam:
      - Neden tehlikeye attınız kendinizi? Bizler, birer birer yurda geliyorduk. Onlar da bize göz yumuyordu, dedi.
      - Tehlike mi? dedim. Ona henüz rastlamadık. Fakat Ülkü'nün dayanılmaz, önüne geçilmez olan anne sevgisi, bizi buralara attı.
      Adam, gayet metin;
      - İyi ama, dedi, o öldü. Onun evine, kendilerinden birini, yani bu ülkenin vatandaşlarından birini yerleştirdiler. Burda adettendir, bu! Öğrendik, yakında da toplu imha varmış. Sınırlar da sıkı. Kaçabilmek güç! Bu kancık millet, bizi avutuyor. Kardeşlik taslıyor.
      - Kaçacak mısınız? dedim.
      - Hem de bu gece.
      Hayretimi gizleyemedim.
      - Yaa? dedim.
      Adam, bunun farkına vardı. Odadaki diğer Türklere göz gezdirdi. Sonra, beklemedi sordu:
      - Siz gitmiyor musunuz?
      - Sabahı bekleyeceğiz... İki arkadaşımız daha gelecekti. Vatanımızdan dört kişi olarak çıkmıştık.
      - Burada geceleyin. Eve sizi komazlar. Biz gidiyoruz.
      Hepsiyle helâlleştik, sarmaş dolaş olduk. Cana yakın insanlardı. Hiç değişmemişlerdi. Yalnız, hanidir vatan hasretiyle yanıyorlardı. Sessiz, çekip gittiler.
      Gittiler.
      Yalnız, kalpleri kırıktı.
      Bizi burada bırakmak onlara ağır gelmişti.
      Havlayan köpekler sustu. Sabah oldu. Yıldızlar bir bir sönüyor, arada bir de yanıyordu. Ülkü, uyumuştu. Bekledim, olanca gücümle, bütün hıncımla sabahı bekledim.
      - "Ulan kader!" dedim. "Ulan kader. Bize ettin edeceğini."
      Gözlerimi boşalan odada gezdirdim. Donuk, çıplak duvarlara baktıkça düşündüm.
      - Burada kalsak, ne çıkar? Geri dönsek, ne fayda?
      1963  Aydın

      Oyhan Hasan BILDIRKİ